Gölge Dağının Sırrı

Bir zamanlar, bulutlara değen devasa bir dağ vardı. Halk bu dağa “Gölge Dağı” adını vermişti, çünkü dağın zirvesine yaklaşan herkes, orada ne olduğunu bilmedikleri derin bir karanlıkla karşılaşırdı. Dağın dorukları hep bir sis perdesiyle örtülüydü; kimse ne içeride ne de üstünde ne olduğunu görebilirdi. Bu yüzden köyde, dağın zirvesinin tehlikelerle dolu olduğu, oraya çıkanların geri dönmediği söylenirdi.

Köyün kenarında yaşayan genç bir çoban olan Aras, çocukluğundan beri Gölge Dağı’na hayranlık duyardı. Dağın haşmetli duruşu, içindeki gizem ve zirvesini görebilme arzusu her geçen gün içinde büyürdü. Bir gün, dağın sırrını çözmeye karar verdi. İnsanlar ona korkutucu hikayeler anlattıkça, Aras’ın kararlılığı daha da güçleniyordu. “Sırrı yalnızca ben çözebilirim,” dedi kendi kendine. Ve böylece, bir sabahın ilk ışıklarıyla yolculuğa çıktı.

Aras, dağa doğru ilerlerken çevresindeki manzarayı dikkatle izledi. Ağaçlar her zamankinden daha yüksek, yaprakları ise sabah güneşinde parlıyordu. Kuşların şarkıları hafif bir melodiyle rüzgarla birlikte yankılanıyordu. Fakat Aras, zirveye yaklaştıkça rüzgarın sesinde bir değişiklik fark etti. Rüzgarın, ince ve uğultulu bir sesi vardı. Sanki ona bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Dağın yamaçlarında yürürken bu ses daha da belirginleşti, ancak anlamını çözemiyordu.

Günler geçtikçe hava daha soğudu, sis yoğunlaştı ve Aras neredeyse önünü göremez hale geldi. Tam dağdan vazgeçecek gibi hissettiği bir anda, önünde beliren bir gölgeyi fark etti. Gölge yavaşça yaklaştı ve ortaya kocaman, gri kürklü bir kurt çıktı. Fakat bu kurt, sıradan bir hayvandan farklıydı. Gözlerinde yıldızlar gibi parlayan bir bilgelik, yürüyüşünde ise asalet vardı.

Kurt, Aras’a baktı ve konuşmaya başladı, “Seni bekliyordum. Yüzyıllardır bu dağın sırrını çözmeye kimse cesaret edemedi. Zirveye ulaşmanın yolu, kalbindeki gölgeleri aşmaktan geçer.”

Aras, bu sözlerle sarsıldı. Gölge Dağı’nın sırrı sadece fiziksel bir yolculuk değil, aynı zamanda ruhsal bir sınavdı. Zirveye ulaşmak için dışarıdaki engellerden ziyade, kendi içindeki korkularını yenmesi gerektiğini anladı. Kurt, ona bir yoldaş olarak eşlik etmeyi teklif etti ve Aras, bu kutsal rehberin yanında yürümeye başladı.

Yolculuk boyunca Aras, geçmişte yaşadığı acıları, korkularını ve kaygılarını düşündü. Dağın yamaçları ne kadar zorluysa, içsel yolculuğu da bir o kadar karmaşıktı. Her adımda, kalbindeki gölgelerle yüzleşti. Kurt, ona bazen sessizce eşlik ediyor, bazen de hikayeler anlatarak Aras’a yol gösteriyordu. Zamanla, Aras’ın korkuları yerini cesarete ve kararlılığa bıraktı.

Bir gün, nihayet dağın zirvesine ulaştılar. Zirveye vardığında Aras, karşısında daha önce hiç görmediği bir manzara buldu. Sis perdesi aralanmıştı ve gökyüzü tüm görkemiyle açığa çıkmıştı. Zirvenin üzerinde, büyük bir kristal saray yükseliyordu. Bu saray, ışıkla parlıyor, her tarafında gökkuşağı renkleri yansıyordu. Sarayın içinden melodik bir rüzgar sesi yükseliyordu, sanki dünyanın en eski şarkısı burada yankılanıyordu.

Kurt, Aras’a sarayın kapısını işaret etti. “Bu saray, sadece kendi içindeki gölgeleri aşabilenlere görünür. Artık sen de bu sırra vakıfsın.”

Aras, kristal kapıyı araladı ve içeri girdi. Sarayın içinde zaman durmuş gibiydi. Her şey sanki bir rüyanın parçasıydı. Büyük bir aynanın önünde durduğunda, kendi yansımasına baktı. Fakat bu yansıma, yalnızca dış görünüşünü değil, içindeki tüm duyguları ve düşünceleri de gösteriyordu. O an anladı ki, Gölge Dağı’nın sırrı sadece dışsal bir keşif değil, insanın kendi içindeki karanlıkla yüzleşmesiydi.

Artık Aras, hem dağın hem de kendi içindeki sırları çözmüştü. Zirveden aşağıya inerken, dünya ona çok daha farklı görünüyordu. Kalbinde taşıdığı yükler hafiflemiş, rüzgarın şarkısı ise daha anlamlı geliyordu. Gölge Dağı’nın sırrını çözen biri olarak, yaşamın içindeki tüm gölgeleri aydınlatabilecek gücü bulmuştu.

İlgili Masallar

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz