Bir zamanlar, dağların zirvelerini altın bir ışıkla yıkayan bir güneş doğar, devasa bir ormanın derinliklerine ışık saçar, ama orada yaşayanlar bu ışığın güzelliğini yalnızca bir sır perdesi arkasından görebilirdi. Orman, binlerce yıldır aynı yerinde duran, yeşilin her tonunu barındıran ağaçlarla doluydu. Öylesine büyüktü ki, rüzgar bile bazen yolunu bulmakta zorlanırdı. Bu ormanın kalbinde, kimsenin bilmediği, eski ve kadim bir göl saklanırdı. Etrafı gümüş yapraklı ağaçlarla çevriliydi ve yüzeyi bir ayna kadar pürüzsüzdü. Geceleri gökyüzündeki yıldızları o kadar net yansıtırdı ki, göle bakanlar, göğün iki kat olduğunu zannedebilirdi.
Bir gün, gölün kenarında yaşayan küçük bir kız çocuğu olan Ela, ay ışığında gölde yansıyan bir şey fark etti. Sanki gölde bir kapı beliriyordu, ama bu kapı diğerleri gibi ahşap ya da taş değildi. Gölün yüzeyinde titreşen altın rengi bir ışık hüzmesi gibiydi. Ela, cesaretini topladı ve elini suya uzattı. İşte o anda göl, Ela’yı içine çekti; sanki su değil de bir rüya deniziydi. Ela, gözlerini açtığında bambaşka bir diyara adım atmıştı.
Burası ne ormandı ne de bildiği dünya. Altın rengi tarlalar, göğe uzanan kristal kuleler ve gökyüzünde süzülen devasa kuşlarla dolu bir ülke… Fakat en tuhafı, bu ülkenin havasında asılı duran fısıltılardı. Rüzgar durmadan bir şeyler fısıldıyor, ama sözcükleri anlaşılmıyordu. Ela, kalbinin derinlerinde, rüzgarın ona bir mesaj getirdiğini hissetti. Küçük adımlarla ilerlerken, kulağında yankılanan fısıltıların anlamını çözmeye çalışıyordu.
Yoluna çıkan ilk varlık, kocaman kanatlı bir aslan oldu. Fakat bu aslanın gözleri derin bir bilgelik taşıyor, tüyleri ise gökyüzünün mavisini yansıtıyordu. “Seni bekliyorduk,” dedi aslan, derin ve sakin bir sesle. “Rüzgarın fısıldadığı sırları öğrenmeye hazır mısın?”
Ela şaşkındı ama bir o kadar da kararlıydı. Başını hafifçe salladı ve aslan ona hikayenin başlangıcını anlattı. Bu diyar, insanların unuttuğu eski bir dünyaydı. Zamanın başlangıcında, rüzgarlar her şeyin sırlarını taşırdı. Ama insanlar, bu sırları unuttu. Rüzgarın fısıltılarını anlamayı bıraktıkça, bu dünya yavaş yavaş gerçeklikten koptu ve sadece masal kitaplarında kalan bir efsaneye dönüştü. Şimdi ise Ela’nın buraya gelmesi, bu sırrın yeniden keşfedileceği anlamına geliyordu.
“Asıl sır,” dedi aslan, “kendi kalbinin rüzgarını dinlemekten geçer. Çünkü her insanın içinde bir rüzgar eser, fakat onu duymak zordur.”
Ela, derin bir nefes aldı ve etrafına dikkatle bakmaya başladı. Rüzgar, hafifçe saçlarını okşarken ona bir melodiyi fısıldıyordu. Bu melodinin sırrını çözdüğünde, Ela’nın gözleri parladı. Rüzgarın sırrı, dünyadaki her canlının, her ağacın, her taşın bir hikayesi olduğuydu ve bu hikayeler, bir araya geldiğinde dünyanın büyük şarkısını oluşturuyordu.
Ela, bu yeni bilgiyi kalbine yerleştirip geriye döndüğünde, eski ormanını ve gölünü bir daha asla aynı gözle göremeyecekti. Artık rüzgarın taşıdığı sırları bilen biri olarak, doğanın her fısıltısında yeni bir anlam, her rüzgar esintisinde kadim bir bilgi buluyordu.
Ve işte o günden sonra, Ela, altın güneşin altında yürüdüğünde, dünya onunla konuşuyordu. Çünkü rüzgarın sırrı, onun kalbine yerleşmişti; ve kim kalbinin rüzgarını dinlemeyi öğrenirse, dünyanın en derin sırrını çözebilir ve onunla birlikte şarkı söyleyebilirdi.