Bir yaz günü, kavurucu güneşin altında orman yollarında dolaşan bir Tilki, yolunun üzerinde uzanan meyve bahçelerine doğru yöneldi. Tilki’nin gözleri, yemyeşil yapraklarla süslenmiş yüksek bir asmanın üzerinde asılı duran iri, sulu üzüm salkımına takıldı. Gözleri parladı, karnı guruldadı ve susuzluğunu gidermek için daha güzel bir fırsat olamayacağını düşündü. Kendi kendine, “İşte tam da aradığım şey! Bu üzümler susuzluğumu gidermekle kalmaz, aynı zamanda karnımı da doyurur,” dedi. Ağzından bir damla salya süzülürken, salkımı koparmak için harekete geçti.
Tilki, salkıma ulaşmak için tüm enerjisiyle sıçradı. Ancak asma o kadar yüksekteydi ki, tırnakları üzümlerin en uç yaprağına bile dokunamadı. “Daha yükseğe zıplamalıyım,” diyerek bir kez daha denedi. Bu sefer de başarısız oldu. Vazgeçmeye niyeti yoktu; her sıçrayışında biraz daha güç topladı ve biraz daha yükseğe çıkmayı denedi. Ancak her defasında üzümler aynı mesafede kalıyor, Tilki ise yere geri düşüyordu.
Defalarca denemesine rağmen, asmanın zirvesine ulaşmayı başaramadı. Yorulmuştu, dili dışarı sarkmıştı ve nefes nefeseydi. Ama en çok canını sıkan, o iştah kabartan üzümleri bir türlü elde edememekti. Bir an durup asmaya baktı, sonra sinirle homurdandı: “Bu üzümler zaten işe yaramaz! Eminim ki tadı korkunçtur, muhtemelen çok ekşidir.”
Tilki, kendisini bu şekilde avutarak uzaklaştı. Arada bir dönüp üzümlere baksa da her seferinde yüzünü buruşturdu ve yoluna devam etti. İçten içe üzümleri ne kadar çok istediğini biliyordu, ama onları elde edemediği için artık kötülemek daha kolay bir yoldu.
Bu olay, sahip olamadığımız şeyleri değersiz görmekte ne kadar hızlı olduğumuzu gösteren bir ders olarak akıllarda kalmıştı. Tilki, aslında arzuladığı üzümlerden vazgeçmemişti; sadece onlara ulaşamamanın verdiği hayal kırıklığını kendi gururuyla gizliyordu.