Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit atar, periler gökten yıldız gibi yağarmış. İşte o zamanlar, Anadolu’nun bağrında, dağlar kadar saf, dereler gibi duru, ama aklı kurnaz tilkilerle yarışan bir delikanlı yaşarmış. Adı Keloğlan’mış.
Keloğlan’ın başı kel, ama gönlü zenginmiş. Ne bir sarayı varmış ne de altınları. Tek serveti, sırtındaki eski mintanı ve ayağındaki yamalı çarıklarıymış. Ama öyle bir yüreği varmış ki, sanki koskoca dünyayı içine sığdırırmış.
Bir gün Keloğlan, yiyecek ekmeği dahi kalmadığı için çareyi ormana çıkmakta bulmuş. Dağ taş dememiş, ormanın derinliklerine kadar yürümüş. İlerlerken karşısına koca bir kaya çıkmış. Kayanın üstünde de parlak mı parlak, göz kamaştıran bir kuş oturuyormuş. Kuşun tüyleri, altın gibi sarı, gök gibi mavi, rüzgâr gibi özgürmüş. Keloğlan, kuşu görünce şaşırmış. Çünkü bu kuş, hiç de sıradan bir kuşa benzemiyormuş.
“Merhaba güzel kuş!” demiş Keloğlan, nazikçe. “Bu uçsuz bucaksız ormanda tek başına ne ararsın?”
Kuş, gülümsemiş gibi kanatlarını açmış. O anda Keloğlan’ın gözlerinin önünde bir ışık huzmesi belirmiş ve bir peri kızı şekline bürünmüş. Peri kızı zarif adımlarla Keloğlan’a doğru yürümüş, dudaklarından dökülen sözler rüzgarın fısıltısı kadar hafifmiş.
“Ey cesur Keloğlan,” demiş peri, “Senin yüreğin, dağlardan bile daha yüce. Ama şimdi seni bir sınav bekler. Üç sır dolu görevim var sana, bu görevleri başarırsan dileğin neyse gerçekleşecek.”
Keloğlan, gülümsediği gibi elini kalbine götürmüş. “Ne sırdır o?” diye sormuş.
Peri, gözlerini Keloğlan’ın gözlerine dikmiş. “Birincisi,” demiş, “şu karşındaki devasa dağın tepesindeki Korkut mağarasına gideceksin. Orada seni bekleyen bir dev var. Korkusuzca onu yeneceksin. İkincisi, denizlerin en derin yerinde yatan inciyi bulup bana getireceksin. Ve son olarak, en büyük sır, yüreğinin gerçek cesaretini keşfedeceksin.”
Keloğlan, bu sırlarla dolu görevleri duyunca bir an duraklamış. Ama içindeki cesaret, yüzyıllardır Anadolu’nun köklerine işlemiş yiğitlikten gelirmiş. “Bu görevler zor gibi görünse de, ben Keloğlan’ım! Başaramayacağım hiçbir şey yoktur!” demiş kendi kendine.
İlk olarak Korkut mağarasına gitmek üzere yola koyulmuş. Dağın doruğuna vardığında gökyüzü kararmış, rüzgar şiddetle esmeye başlamış. Mağaraya yaklaştıkça, ayak seslerinin yankısı adeta bir davul sesi gibi kulaklarını dolduruyormuş. Mağaranın kapısında dev gibi bir yaratık duruyormuş, gözleri kıvılcımlar saçıyor, her adımı yerleri sarsıyormuş.
“Hoop!” demiş Keloğlan, “Seninle savaşmaya gelmedim. Ama eğer yoluma çıkarsan, işte o zaman işler değişir.”
Dev, Keloğlan’a kahkahalarla gülmüş. “Senin gibi bir çıta mı bana kafa tutacak?”
Keloğlan bir adım öne çıkmış, gözlerini devin gözlerine dikmiş. “Büyük olan her zaman güçlü değildir,” demiş. “Asıl güç, yürekte saklıdır.”
Dev, Keloğlan’ın bu cesur sözlerinden etkilenmiş ve bir an tereddüt etmiş. Tam o sırada Keloğlan, cebindeki çakısıyla bir hamle yaparak devin devasa sakalını kesmiş. Dev, şaşkınlık içinde yere çökmüş ve Keloğlan’ın yüreğindeki gücü anlamış.
Birinci görevi başarıyla tamamlayan Keloğlan, denizlerin derinliklerine inmek için ikinci görevine hazırlanmış. Derin mavi suların altında inciyi bulmak zormuş ama Keloğlan, dalga sesleriyle dans edercesine yolunu bulmuş ve o parlak inciyi denizin dibinden çıkarmış.
En sonunda peri kızı Keloğlan’ın karşısına tekrar çıkmış. “Yüreğinin cesareti sınandı, aklın ve azminle görevlerini tamamladın. Şimdi dile dileğini.”
Keloğlan, bir an düşünmüş. “Dileğim şu,” demiş, “Herkesin kalbi, benimki gibi sevgiyle dolsun. Çünkü en büyük güç sevgidedir.”
Ve o günden sonra, Keloğlan’ın ismi dilden dile, gönülden gönüle dolaşmış. Keloğlan’ın yüreğindeki sevgi, tüm diyarları sarmış.
Gökteki yıldızlar kadar çok masal varmış ama Keloğlan’ın masalı, hepsinden daha parlak kalmış. Masal bu ya, belki siz de bir gün Keloğlan’la bir köy yolunda karşılaşırsınız. Kim bilir?
Gökten üç elma düşmüş: biri masalı dinleyenlere, biri anlatana, biri de sevgiyle dolu yüreklerde yankılananlara…