Bir varmış, bir yokmuş. Çok eski zamanlarda, insanların huzurlu bir yaşam sürdüğü, çocukların sokaklarda keyifle oynadığı, hayvanların ise rahatça gezip dolaştığı bir ülke varmış. Bu ülkenin yaşlı bir kralı ve güzel bir kızı varmış. Kral, bir gün sarayın bahçesinde düşünceli bir şekilde gezinirken bir erkek evladı olmadığı için öldükten sonra ülkesinin durumunu merak ediyormuş. Yaşlanmanın ve ölümün kaçınılmazlığı, kralı derinden etkiliyormuş. En büyük arzusu, ölümsüz olmak ve sonsuza dek yaşamaya devam etmekmiş.
Kral, bu isteğini gerçekleştirmek için hemen harekete geçmiş. Sarayındaki herkese, kendisini ölümsüz yapmanın bir yolunu bulmalarını emretmiş. Sonunda, ülkenin ünlü bir büyücüsüne danışmaya karar vermiş. Büyücü, kralın bu isteğini büyük bir dikkatle dinlemiş ve derhal çalışmalara başlamış. Kazanını ateşe koyup çeşitli bitkiler ve malzemeler eklemiş. Ancak bu iksiri tamamlayabilmek için ölümsüzlük otu gerekliymiş ve bu otu bir türlü bulamamış. Kralın huzuruna çıkarak, “Kralım, ölümsüzlük otunu bulamazsam bu iksir tamamlanamaz,” demiş.
Kral, bir çözüm bulmak için uzun uzun düşünmüş. Ardından tellallarını çağırarak, “Kim bu otu bulup bana getirirse kızımla evlenme hakkını kazanacak!” diye ilan ettirmiş. Tellallar borazanlarını çalarak ülkenin dört bir yanına bu haberi yaymışlar. O sırada şehre yeni gelmiş bir denizci bu duyuruyu duymuş. Cesur ve tecrübeli bir adam olan denizci, kralın huzuruna çıkıp, “Ölümsüzlük otunu ben bulabilirim,” demiş.
Kral, denizcinin cesaretinden etkilenmiş, ancak bir şart koymuş: “Eğer bu otu bir yıl ve bir gün içinde bulamazsan seni cellâdımın eline veririm. Ama başarırsan kızımı alabilirsin,” demiş. Denizci hemen limana giderek kuzeye giden bir gemiye binmiş. Yolculuğu boyunca fırtınalara göğüs germiş ve sonunda dünyanın en kuzey ucuna varmış. Orada büyük bir ormana rastlamış ve reçine kokusuyla dolu bu yerde ölümsüzlük otunu aramış, ama bulamamış. Ormandan çıkınca bir göl kenarına ulaşmış. Göl üzerinde yüzen kuğuları izleyip ot arayışını sürdürmüş, ancak burada da başarılı olamamış. Göl kıyısındaki bir köyde konaklayan denizci, köylülerin misafirperverliğinden etkilenmiş. Sabah olduğunda ise otun orada olmadığını anlayarak vedalaşıp yola koyulmuş.
Denizci, doğuya giden bir gemiye binerek yolculuğuna devam etmiş. Uzun bir süre sonra, gemi kalabalık bir limana yanaşmış.
Denizci, uzun ve zorlu bir gemi yolculuğunun ardından nihayet karaya ulaştığında derin bir mutluluk hissetmiş. İçindeki bir ses, ölümsüzlük otunun bu topraklarda olduğunu fısıldıyormuş. Günlerce dereleri ve tepeleri aşıp şehirler geçtikten sonra, yorgunluktan tükenmiş bir hâlde büyük bir incir ağacının altına oturmuş. Çantasından ekmeğini çıkararak karnını doyurmaya çalışırken düşünceleri prenses ve ölümsüzlük otu etrafında dönüp duruyormuş. Bu sırada, yere düşen ekmek kırıntılarını taşıyan karıncaları izlemeye başlamış.
Karıncaların sabırlı ve çalışkan tavırları, denizcinin ilgisini çekmiş. Onlara zarar vermemek için dikkatle hareket eden denizci, birden hiç beklemediği bir ses duymuş: “Burada ne yapıyorsun?”
Şaşıran denizci, sesin nereden geldiğini anlamaya çalışmış ama kimseyi görememiş. “Hey! Aşağıya bak, tam önündeyim!” diye seslenen küçük bir karıncayı gören denizci, şaşkınlıkla, “Sen mi konuştun, minik karınca?” diye sormuş. Karınca, “Evet, benim! Söylesene, burada ne arıyorsun?” demiş. Denizci, uzun zamandır süren yolculuğunu ve ölümsüzlük otunu bulma çabasını anlatmış. Bunun üzerine karınca, “Otun yerini biliyorum. Seni oraya götürebilirim. Ama sabırlı mısın? Yavaş tempoma ayak uydurabilirsen dileğine kavuşacaksın.” demiş.
Denizci, sabırsız bir yapıya sahip olmasına rağmen karıncanın teklifini kabul etmiş. Karınca önde, denizci arkada yola koyulmuşlar. Ancak denizci, birkaç adım sonra bu yolculuğun sandığından çok daha zor olduğunu anlamış. Karınca, her küçük engeli aşarken geçen süre denizciyi bunaltmış. Sabırsızlığı artmış, hatta birkaç kez karıncayı alıp yolculuğu hızlandırmak istemiş ama kendini tutmuş.
Bu uzun ve sabır gerektiren yürüyüş sırasında, denizcinin aklına bir bilgenin sözleri gelmiş: “Karıncadan ibret al; ondan akıllı olmayı öğren.”
Karıncaların düzenli, disiplinli ve hedef odaklı yaşamı üzerine düşünmeye başlamış. Ancak sabırsızlık yine de peşini bırakmıyormuş. Dakikalarca hareketsiz beklemek onu daha fazla yoruyor, sabrını sınıyormuş. Bazı anlarda, her şeyi bırakıp koşmak istese de kendisini sakinleştirecek bir şeyler bulmuş.
Bir defasında, dallara konmuş bir çift kumru görmüş. Kumruların birbirinden ayrılmadan uçuşlarını izlerken huzur bulmuş. Prensesi hatırlamış ve yeniden güçlü olma kararı almış. Karıncanın yavaş ama kararlı şekilde ilerleyişi, denizciye ilham vermiş. Nihayet, uzun bir bekleyişin ardından karınca durmuş ve “Geldik!” demiş.
Denizci, duyduklarına inanmakta zorlanmış. Karınca bir kez daha “Geldik!” demiş ve eklemiş: “Seni tebrik ediyorum. Bir insanoğlunun bu kadar sabırlı olabileceğine inanmazdım, ama sen bunu başardın. Bak, şu dağdan akan kaynağı görüyor musun? İşte, o kaynağın arkasında bir mağara var. Ölümsüzlük otunu orada bulabilirsin. Ancak ihtiyacın kadarını al, gerisini bırak.”
Denizci, sevinçten ne yapacağını şaşırmış. Karıncaya teşekkür edip ona son bir kez bakmış ve hemen dağa tırmanmaya başlamış. Kaynağa vardığında, hızla akan suların içine dalarak mağaraya doğru ilerlemiş. Kendini kocaman bir mağaranın içinde bulmuş, ama sırılsıklam ıslanmış ve soğuktan titriyormuş. Mağaranın derinliklerine doğru yürüdüğünde, mor çiçekleri olan otlarla karşılaşmış. Eğilip dikkatlice ölümsüzlük otunu koparmış ve çantasına yerleştirmiş. Ardından geldiği yoldan hızla geri dönmüş.
Uzun günler süren zorlu bir yolculuktan sonra, limana ulaşmış. Tesadüfen, ülkesine gitmekte olan bir gemi demirlemiş haldeymiş. Bu gemiye yetişmeyi başardığı için büyük bir sevinç yaşamış. Denizci, uzun bir yolculuğun ardından nihayet memleketine dönmüş. Ancak Kral’ın verdiği bir yıl, bir günlük süre neredeyse dolmak üzereymiş.
Sarayın önüne geldiğinde, elbiselerinin yıpranmışlığı ve uzun yolculuğun izleri yüzünden askerler onu tanımamış. Üzerindeki yırtık pırtık giysiler ve uzun sakalı onu bir dilenci gibi göstermiş. Denizci, derdini anlatmak için saatlerce uğraşmış. Sonunda Kral’ın huzuruna çıkarılmış.
Denizci, saygıyla eğilerek Kral’ı selamlamış ve çantasından ölümsüzlük otunu çıkararak ona uzatmış. Kral, gördüklerine inanamamış ve büyük bir sevinç yaşamış. Ot hemen büyücüye verilmiş ve eksik olan iksir tamamlanmış. Büyücü, ölümsüzlük iksirini hazırlayıp altın bir kadehe doldurarak Kral’a sunmuş.
Arzusuna kavuşan Kral, denizciye cömertçe ödüller vermiş. Ona en güzel kumaşlardan elbiseler diktirmiş ve dinlenmesi için zaman tanımış. Denizci, birkaç gün dinlenip eski gücüne kavuşmuş. Ardından yeni elbiselerini giyip, değerli taşlarla süslü kılıcını beline takarak düğün için hazırlanmış.
Sarayda tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra, düğün büyük bir coşkuyla başlamış. Ülkenin her köşesinden gelen insanlar, süslenen sokaklarda eğlenmiş, yiyip içmiş ve dans etmiş. Cesareti ve sabrıyla Kral’ın sevgisini kazanan denizci ile güzel prenses, sonsuza kadar birbirlerini severek mutlu bir yaşam sürmüşler.