Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken uzak diyarların birinde, yeşillikler içinde bir köy varmış. Bu köyde Keloğlan adında, annesiyle birlikte yaşayan yoksul ama gönlü zengin bir delikanlı bulunurmuş. Keloğlan’ın başında saç yokmuş ama kalbinde sevgi, dilinde tatlılık, yüzünde hep bir tebessüm varmış. Fakirmiş ama hâline şükredermiş. Annesiyle birlikte minicik bir kulübede yaşar, her gün tarlalarda çalışır, odun taşır, köy işlerine yardım edermiş.
Bir gün, yaz sonuna doğru, annesi Keloğlan’a seslenmiş: “Oğlum, kış geliyor. Evde ne kömür var ne odun. Şu sırtını doğrult da biraz odun getir şu dağdan.” Keloğlan “Başüstüne ana.” demiş, heybesini alıp düşmüş yola. Dağın yamacına vardığında gökyüzü biraz kararır gibi olmuş, esrarengiz bir rüzgâr esmiş. Rüzgârla birlikte pınarın başındaki eski kuyuya yaklaşınca bir anda karşısında yaşlı, bembeyaz sakallı bir dede belirmiş. Keloğlan ürkmüş ama dedenin gözlerinde öyle bir huzur varmış ki korkusu hemen geçmiş.
Dede demiş ki: “Ey Keloğlan, sen temiz kalpli bir gençsin. Bu kuyu sıradan bir kuyu değil. Dilek kuyusudur bu. Gönlü saf olana üç dilek hakkı verir. Ama unutma, her dilek kaderinden bir parça eksiltir, ne istediğine dikkat et.” Keloğlan önce ne diyeceğini bilememiş. Ama sonra hayalini kurduğu şeyler aklına gelmiş. Fakirlikten bıkmış, yıllardır bir ayakkabıyı iki kış giyer olmuş. İçinden geçirmiş ve yüksek sesle dilemiş: “İlk dileğim, koca bir çuval altın olsun!”
Kuyudan bir ışık yükselmiş, ardından yere bir çuval dolusu altın düşüvermiş. Keloğlan gözlerine inanamamış. Ama çuval o kadar ağırmış ki kaldıramamış. “Eyvah!” demiş. “Bu böyle olmayacak.” Ardından düşünmüş taşınmış, “İkinci dileğim öküz gibi güçlü olmak, ne istersem taşıyabileyim.” demiş. Anında vücudunda bir titreme olmuş, kolları kalınlaşmış, sırtı dimdik olmuş. Tek eliyle çuvalı kaldırmış, sevinçle kahkaha atmış.
Keloğlan altınları da alıp köye dönmüş. Annesi onu görünce gözlerine inanamamış. Evlerinin önünde koca bir çuval altın, oğlu ise sanki bir pehlivan gibi güçlü. “Oğlum sen ne yaptın da bu hâle geldin?” diye sormuş. Keloğlan olanları bir bir anlatmış. Annesi önce sevinmiş ama sonra yüzüne bir hüzün düşmüş: “Evladım,” demiş, “kimin kucağına böyle kolay altın düşmüşse sonu da kolay olmamış.”
Keloğlan bu sözleri önce önemsememiş. Köyde hemen ünü yayılmış. Herkes ona saygı gösterir gibi yapmış ama bir yandan da içten içe kıskanmışlar. Eskiden dostlukla selam veren komşular, şimdi ya yaltaklanır olmuş ya da yüz çevirirmiş. Bazıları altın ister, bazıları ise Keloğlan’ın sırrını öğrenmeye çalışırmış. Keloğlan bir süre sonra yalnızlaştığını fark etmiş. Ne kadar altını olsa da akşamları kulübelerinde annesiyle yaptığı eski muhabbetler yokmuş. Şimdiyse herkes para peşinde, dostluklar satılık gibiymiş.
Bir gece rüyasında dedeyi tekrar görmüş. Dede ona demiş ki: “Her dileğin, senden bir şey aldı. Şimdi neyin eksildiğini anladın mı evlat?” Keloğlan sabah uyanınca kararını vermiş. Hemen heybesini alıp tekrar dağa, o esrarengiz kuyuya gitmiş. Kuyunun başına gelince yavaşça diz çökmüş, gözleri dolmuş, kalbinden gelen sesi yüksek sesle söylemiş: “Üçüncü ve son dileğim… her şey eski hâline dönsün. Altın olmasın, kuvvet olmasın. Ama içimde huzur, evimde sevgi olsun. Ben yine eski Keloğlan olayım.”
Bir anda rüzgâr durmuş, kuyu eski sessizliğine gömülmüş. Keloğlan kendine baktığında kasları gitmiş, heybesi hafiflemiş, elindeki altın da yok olmuş. Ama yüreği öyle bir rahatlamış ki sanki tüm dünyayı omzundan indirmiş gibi hissetmiş.
Köye döndüğünde annesi onu görmüş, gülümsemiş ve demiş ki: “Hoş geldin, benim gerçek oğlum.”
O günden sonra Keloğlan yine fakirmiş ama gönlü zenginmiş. Herkese yardım eder, güler yüzünü eksik etmezmiş. Ve en önemlisi, mutluluğun altında değil, dostlukta ve sevgide olduğunu öğrenmiş.
Bu masalı da okuyun: Keloğlan ve Sihirli Altın Kese


